Aralık Dergisinden

 

Okuma Notları
Meşhur Casus
Çicero ya da İlyas Bey
Yrd.Doç.Dr. Süleyman İNAN
 
 
Asıl adı Eliaza Bazna.
Ne Alman, ne de İngilizdi. Bir Arnavut göçmeniydi.
Sonradan Türk vatandaşı oldu.
Çicero, Almanya’nın II. Dünya Savaşı yılarındaki Türkiye büyükelçisi Von Papen’in taktığı bir isimdi.
 
1943’te, yani II. Dünya Savaşı sırasında İngiltere’nin Türkiye Büyükelçisi’nin uşağıydı. Büyükelçiye o kadar yakındı ki, o banyosunu yaparken şarkılar söyleyerek sırtını yıkayacak kadar yakını olmuştu.
 
Çicero belki babasının ölümünden sorumlu tutuğu “İngilizlerden hoşlanmadığı” için ya da büyük servet elde etmek için Almanlara gizli belgelerinin fotoğraflarını çekebileceğini bildirdi. Bu gizli belgeler arasında; yazışmalar, özel notlar ve raporlar vardı. Ve Çicero Almanların ona verdikleri 100 vatlık flaşı olan Leica marka fotoğraf makinesiyle bu belgelerin fotoğraflarını çekecekti.
Almanların Ankara’daki ajanı Çicereo’yu Opel marka otomobiliyle dar sokaklarından birinde tel çerçeveli gözlüklü, alabrus saç kesimli adamlar alıyor, belgeler ve para el değiştiriyordu.
İngilizler şüpheleniyor ondan ve bu yüzden gizli belgelerin saklandığı kasa kilitlerini ve şifreleri değiştiriliyordu.
Aslında Almanlar da Çicero’ya fazla güven duymuyorlar, onun iki taraflı ajan olduğunu düşünüyorlardı.
Çicero 1944’te faaliyetlerine son verdi. Bir süre sonra da savaş bitmiş ama Çicero bir kenarda unutulmuştu. Ne İngilizler Çicero gerçeğinden onu tutuklamışlar, ne de Almanlar tarafından iltifat edilmişti. İki taraf da yüz vermemişti.
 
Çicero, İstanbul’a yerleşerek İlyas Bey adını alarak Türkiye’de mütahitlik yapacaktı.
1951’de yaşadığı bir olayla şok geçirmişti. Çünkü iş yaptığı tüccara verdiği Alman parası sahte çıkınca “dolandırıcılık” suçuyla mahkemeye verilmiş ve olay gazetelerde boy boy yayımlanarak haber olmuştu.
Çicero, Ankara’ya yerleşiyor ve emlakçılık yapmaya başlıyor.
Çok sonra da Münih’e yerleşiyor ve “Çicero Bendim” isimli bir kitap yazıyor ve kitabının telifleriyle ucu ucuna geçinme çalışıyordu. Bu kitabı yazma nedeni, bir Amerikalı yönetmenin “Beş Parmak” adı altında Çicero olayını sinema filmi yapmasıydı. Çicero, film yönetmenine “Filme aldığınız olay benim maceram” diyor ama telefon yüzüne kapanıyor.
İlyas Bey ya da şöhretli ismiyle Çicero, yoksul bir gece bekçisi olarak Münih’te 1970’de öldü.

İNSAN, FELSEFE, SEVGİ ÜÇGENİ
 
Sosyal Bilgiler Eğitimi A.B.D
Öğretim Görevlisi
                                                         Afet YILMAZ
 
 
Yazıma NIETZSHE'nin bir sözüyle başlamak istiyorum. '' Bak ben hep kendi kendini yenilemek zorunda olan şeyim'' yani insanım. İnsanların birlikte yaşadığı tartışılmaz bir olgudur. Başka türlü var oluşu tasarlanamaz. İnsan için ben neyim? Kimim ben? Nasıl bir şeyim ben? Sormadan edemeyeceğimiz sorguları aydınlatmaya çalışan felsefede her insan teki öylesine yapışıktır ki kendisine, ancak felsefenin sorgulamalarıyla öz kimliğini, korkularını sevinçlerini, üzüntülerini, düşüncelerini, özünü, dünyayı ve çevresini kavramaya başlar.
   
Kendi kendini kıyı bucağı ile daha iyi görebileceği bir açıya yerleştiğini sezer. Özellikle duyguları yanında bir aynadır felsefeyle uğraşmak. Felsefe insan için bir büyüteç, kendi üzerindeki bilincin karanlıktan sıyrıldığını anlamlı yaşayışı bakımından aydınlığa kavuştuğunu içten anlatan bir olgudur. Bir filozofun söylediği gibi: ''Araştırılmayan sorgulanmayan bir hayat yaşanmaya değmez.'' kendimizi ve diğer insanları tanıma isteği insan hakkındaki her şeyi bilmek, onun üzerindeki gizi çözmek istediğimiz için bu arzu sıradan bilgiyle ve yalnız akıl ile kazanılan bilgiyle giderilemez.        Kendimizle ilgili bin kat daha fazla bilgiye sahip olsaydık bile işin özünü yakalamazdık. Kendi kendimiz için bile bir bilinmeyen olarak kalırdık. Tıpkı öteki insanların bizim için bir bilinmeyen olarak kaldıkları gibi. İşte her şeye ulaşmanın tek yolu sevgi, hoşgörü, sevme kavramları ve buna bağlı gerçekleşen sevme eylemleridir. Bu eylemler düşüncenin de sözcüklerin de ötesine geçer. Bir olma olayına cesur bir sıçrayıştır bu eylemler. Düşünce yoluyla edinilen bilgi tabii ki sevgi olayındaki bilgi için gerekli bir ön koşuldur. Karşımdaki insanı olduğu gibi görebilme daha doğrusu yansımalardaki yani kafamda oluşan onun us dışı imajından kurtulmak için hem kendimi hem karşımdakini nesnel olarak tanımam gerekir. Ancak bir insanı nesnel olarak değerlendirebilmekten sonra onun değişmeyen özünü sevgi olayında tanıyabilirim. Tabii ki psikoloji bilimi insanı tanıma konusunda duyulan desteği gösterse de günümüzde insanlar arası ilişkilerde sevginin eksik olduğunu ortaya koyan bir durum olarak görebiliriz.
İşte gittikçe küreselleşen karmaşıklaşan bu dünyada şiddetin, kavganın açlık ve sefaletin, savaşların, ezilmelerin, kötülüklerin içinde yazımızın ilk satırlarında değindiğimiz gibi insan ve dünya kendini yenilemektedir. Her şey değişecek ve kaybolacaktır; ama şuna eminim ki kaybolan şeyler kesinlikle hoşgörü, sevgi, barış ve kardeşlik olmayacaktır. Çünkü onun kaynağı insanın özüdür.
   
Hala insan olmanın özünü kaybetmeyen, bunun mücadelesini veren sevgi düşüncelerinin tohumlarını ve eylemlerini çoğaltmak istiyoruz. İnsanlığın özündeki bu sonsuz gücü uyandırmak istiyoruz, bu olumlu sevgimizi, hoşgörümüzü herkesle paylaşmak istiyoruz. İşte bu bağlamda sosyal bilgiler dergisi ile sevgi eylemimize bir sıçrayış yaptık. Bu sıçramalara herkesin katılmasını, içindeki, sevgi, hoşgörü, barış, kardeşlik gücünü ortaya çıkartarak bizimle ve herkesle paylaşmanızı arzuluyoruz.
   
Sevgiyle kalın…

Okuma Notları
Agahta Christie’nin İstanbul’da Bıraktığı Sırrı
Yrd.Doç.Dr. Süleyman İNAN
 
Dünyanın en çok satan yazarı, polisiye roman türünün büyük ustası Agatha Christie’den söz ediyoruz.
1926-1932 yılları arasında çok kereler İstanbul’un tarihî oteli Pera Palas’ta kalmıştır. Ve burada bir sırrını bırakmıştır, Agatha Christie.
Agatha Christie 1926’da 11 gün boyunca kaybolur. Bütün aramalara rağmen bulunamaz. Arabası bir göl kenarında bulunur; ağaçlara çarpmış, bavulları dağılmış bir şekilde.… Amaç, bellidir; “Agatha Christie göle düştü” süsü vermektir. Sonra birden ortaya çıkar Agatha Christie. Ama hiçbir açıklama yapmaz.
Bu kayboluşun sırrı bugüne dek çözülememiştir. Hatta, 1979’da Amerika’da Warners Brother şirketi bu yok oluşun hikayesini senaryo haline getirip filme alıyorsa da; film sinema eleştirmenlerince “aşırı hayalî” olarak nitelendiriliyor. (Filmin başrollerini Dustin Hoffman oynamıştı)
Filmin bir fiyasko olması üzerine W.B. yöneticileri Hollywood’un ünlü bir medyumuna giderek bir ruh çağırma seansı düzenlenmesini istiyor. Medyum, Agatha Christie’nin ruhuyla iletişime girdiğini söyleyerek, şu iddiayı atıyor: “Agatha Christie sırra kadem basışını aydınlatacak anahtar, İstanbul’daki Pera Palas otelinin 411 numaralı odasındadır”.
Bu haber dünya basınında bomba gibi patlar. Türk basını, yabancı gazete ve televizyon
temsilcileri Mart 1979’da Pera Palas Otelinin 411 numaralı odasında bir araya gelir.
Malum odanın döşemesi kısmen sökülür, olay da uydu sistemi ile tüm Amerikan televizyonlarında gösterilir.
Ve…
Kapıya yakın yerde kocaman paslı bir anahtar bulunur.
Pera Palas otelinin sahibi bu noktada devreye girer; düzenlediği basın toplantısında anahtarın otele ait olduğunu söyler.
W.B şirketi, medyumla yeniden görüşerek Agatha Christie’nin hatıra defterinin nerede olduğunu sorarlar. Medyum, “anahtar olmadan asla söyleyemem” der. Anahtarı avucumun içine almalıyım diyen medyumun isteğini yerine getirmek için malûm anahtarın Amerika’ya gönderilmesi istenir. Pera Palas otelinin sahibi de kabul etmez, “hayır, siz gelin” der.
Anlaşmaya varılır. Seans İstanbul’da yapılacaktır.
İddiaya göre hatıra defterinde yalnız günün esrarı değil, yazarın romanında daha gün yüzüne çıkmamış bir çok nokta aydınlanacaktır. Çünkü, Agatha Christie vasiyetnamesinde bir hatıra defterinden söz etmiş ama yerini söylememiştir.
Ancak…
Tam otele gelineceği sırada otel çalışanları greve girer ve Agatha Christie ile ilgili tüm girişimler zorunlu olarak durur. Yaklaşık bir yıl grev sürer ve sonra otelde tadilat başlar. Peki ne olmuştu 11 günde?
Rivayetler var…
Kimlerine göre Agatha Christie geçici hafıza kaybına uğradı.
Kimilerine göre, Agatha Christie kocasının sevgilisini öldürmek planları yapmak için bilmediği bir yere gitti.
Sır, hâlâ meçhul.


‘Estağfurullah’ neyin kısaltmasıdır?

Yrd.Doç.Dr. Kerim Demirci
 
Öğrencileri hocalarına estağfurullah ifadesinin ‘aynen öyle’ anlamına gelip gelmediğini sorarlar. Eğlencesizlikten canı sıkılan ve aniden büyük bir âlimlik hissine kapılan hoca işten vazife çıkarıp bu mühim meseleyi çözmeye karar verir ve Aralık dergisinde kendine ayrılan güzelim boşluğa bu konudaki tuhaf düşüncelerini dökmeye kalkışır. Yoksa hocanın estağfurullah ile pek ilgisi olduğu söylenemez! İş başa düşünce hoca bu önemli konuya dört açıdan yaklaşılması gerektiğini söyler. Birinci adımda etimoloji ilminden istifade edilmesi, ikinci adımda tabirin kullanımının sosyal/psikolojik sebeplerine bakılması, üçüncü merhalede bu ifadenin uğradığı anlam değişikliğinin açıklanması ve son aşamada ise bu ifadenin kullanılmasının kültürel yansımalarının gösterilmesi gerektiğini belirtir. Hoca muazzam bir kıskançlık hissiyle el alemin bu işe el atmasına meydan vermeden zikredilen aşamaları sırayla ve kısaca izah etme yoluna gider.
☺ İlk iş Ferit Devellioğlu’nun meşhur Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lügat[1]’ine bakmak olur. Sözlükte kelime ‘estağfirullah’ şeklinde geçer. Arapça kökenlidir. “Allah’tan mağfiret (af) dilerim, rica ederim; hiçbir zaman, mahcup ediyorsunuz, hâşâ, bir şey değil” manalarında kullanılır (Devellioğlu 1971: 281). Kısaca estağfurullah ‘Allah’ ve bağışlama, affetme anlamındaki ‘mağfiret’ kelimelerinin birleşmesiyle oluşmuştur.
☺ Peki, ‘Allah affetsin!’ anlamındaki bu kelimenin özellikle iltifatlardan sonra kullanılmasının sebebi ne ola ki? Bunun sebebi hem gayet basit hem de oldukça derin! İltifata nail olan kişi kendisinde bulunduğu söylenen ve karşı tarafça övülen özelliğinden dolayı gururlanabilir. Psikologların tabiriyle bu kişinin egosu (benliği) şişip, kişi bir anlamda ‘ben yaparım, ben ederim, ben çok güzelim, zaten çok zekiyim, akıllıyım, kahretsin çok yakışıklıyım, ben şöyleyim, ben böyleyim, ben, ben, ben…’ diyerek böbürlenmeye başlayabilir. İltifat gören kişi iltifatın tesiriyle tam ‘uçuşa geçerken’ estağfurullah ifadesi imdadına yetişip bu kişinin ‘havasını ve gazını alır’ ve onu normale döndürür. Yani, meselenin özü şöyle gözüküyor. İltifata muhatap olan kişi gururlanıp, böbürlenip insanlardan kopmamak için ‘Allah beni affetsin’ (estağfurullah) diyerek kendi kendini kontrol altında tutmaktadır. “Mağrur olma padişahım senden büyük Allah var” meselesi. Oto tamircisi ağzıyla konuşacak olursak estağfurullah, motoru soğutup yanmaktan kurtaran radyatör gibi, uçmaya başlayan benliği ayağından tutup yere indiren bir ‘oto-kontrol’ sistemidir. Görüldüğü gibi bu kelimenin dilsel yönünün yanında biraz toplumsal, biraz psikolojik biraz kültürel bir yönü vardır.   
☺ Dildeki birçok kelime gibi estağfurullah da anlam değişimine uğramış gözükmektedir. İltifatlara dilleriyle estağfurullah ile karşılık verip, hal ve tavırlarıyla iltifatları kabul eden kişilerin bu tür davranışları kelimenin günümüzde ‘aynen öyle’ anlamına geldiğini sanma yanlışlığını doğurmuştur. Böylece bu ifade esas anlamından neredeyse tamamen ayrılıp zıt bir anlam kazanmıştır. Gerçi denilebilir ki bu anlam henüz çok yaygın değildir; lakin, yine de estağfurullah ifadesinin ‘aynen öyle’ anlamına gelip gelmediğinin sıkça sorulması bile bir anlam kaymasının doğum sancıları olarak algılanmalıdır. Aslında, sözlükte esas anlamı ifade eden ‘Allah’tan mağfiret (af) dilerim’ karşılığından sonra sıralanan ‘rica ederim; hiçbir zaman, mahcup ediyorsunuz, hâşâ, bir şey değil’ açıklamaları da kelimenin kökünden kaynaklanan açıklamalar değil, kullanımdan doğan anlamlardır. Onlar da anlam değişmesinin birer ürünüdür.
☺ Bizim kültürümüzde bir kişi ötekine herhangi bir sebeple iltifat ederse, övülen kişi estağfurullah demek durumundadır. İltifata nail olan kişiden bu kelimeyi kullanarak mütevazılığını ifade etmesi beklenir. Bu, nezaketin bir göstergesidir. Batı kültüründe, mesela Amerika’da iş tam ters istikamette bir yol izler. İltifat edilen kişinin estağfurullah veya benzeri ifadelerle karşılık vermek yerine kısaca ‘Teşekkür ederim’ demesi beklenir. Yani, bir gün yolunuz yanlışlıkla ABD’ye düşerse, bir Amerikalı size kibarlık icabı ‘Aaaa, ne güzel İngilizce konuşuyorsunuz’ derse ona sadece teşekkür ediniz. Estağfurullah meyanında bir şeyler demeye kalkarsanız karşı tarafı rencide etmiş olursunuz. Zira, karşı tarafın sizde keşfettiği o özelliğinizi yanlış bir keşif gibi gösterip iltifat edeni bir anlamda ‘yalancı’ durumuna düşürmüş görüntüsü verirsiniz. Bu ise size iyi muamele eden kişiyi kırmak anlamı taşıyabilir. Kıssadan hisse: Bir kültürde nezaketin göstergesi olan estağfurullah öteki kültürde kabalık göstergesi olabilir.
Hâsıl-ı kelâm, netice-yi merâm: konuyu kapatmadan yazının başlığındaki sorunun cevabını da verelim. Anlaşıldığı üzere ‘estağfurullah’ bir şeyin kısaltması falan değildir, dilin sosyopsikolojik ve kültürel boyutunu gösteren bir tabirdir. Akılbaliğ olan herkesin günde en az üç kez kullanması uzman dilciler tarafından tavsiye edilir. Nasıl, harika bir estağfurullah izahı oldu de mi? Yok canım, estağfurullah.

[1]Ferit Devellioğlu (1971), Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lügat, Ankara: Aydın Kitabevi.
 
 
Duyurular
 
*Aralık Dergisi'nin 3. sayısı için çalışmalar başladı.
Yeni açılan sayfalar
 
*Aralık dergisinden. (02.10.2007)
*Arşiv(02.10.2007)
*Sinema (29.10.2007)
*İddaa Canlı Maç Sonuçları (29.10.2007)
İletişim için kullanabileceğiniz adres
 
halil.gulcanan9@gmail.com
hgulcanan05@pau.edu.tr
Şu anda okuduklarım
 
Teknopoli/Yeni Dünya Düzeni-Neil Postman (Paradigma Yayıncılık), Irak'ı Anlamak-William R. Polk- (Ntv), Muhalefet Yıllarında Adnan Menderes-Süleyman İnan (Liberte)
 
Bugün 9 ziyaretçi (12 klik) kişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol