Anayasa mı, Yoksa Babayasa mı? (30.09.2007)
Bugünlerde mecliste gündemi meşgul eden tek şey neredeyse anayasa konusu. Yeni anayasa tartışmaları gün geçtikçe büyüyor. Değişen maddeler, değişmeyen maddeler, değiştiremezsiniz diyenler, değişmez diyenler, değişir dedirtenler… Anayasayı okumamış insanların dahi çıkıp anayasa tartışmalarına katıldığı bir yoğunluktan bahsediyoruz.
* * *
AKP hükümetinin şu sıralar ilk hedefinde anayasayı değiştirmek var. ‘‘Değişirse iyi mi olur, kötü mü olur?’’ konusu her gün medyanın gündeminde yer tutuyor. Eğer anayasa hazırlanıp kabul edilirse, bu anayasa Türkiye tarihinde meclis tarafından hazırlanıp kabul edilen ilk anayasa olacak. Bildiğiniz gibi, daha önceki anayasalar hep darbeler sonucu, askeri ordu tarafından hazırlanmıştı. Bu anlamda belki de ilk demokratik anayasa olacak yeni anayasa.
* * *
Peki anayasa değişmeli mi? Bana kalırsa evet. Zaten kimse durduk yere kalkıp da anayasayı değiştirmez. Ancak yeni anayasa hazırlanırken dikkat etmek gerek. Zira 82 anayasasının çok hassas konuları var. Yeni anayasa bu konulara sadık kalmalı. Aksi taktirde AKP hükümeti üzerinde yeni bir baskı oluşabilir.
* * *
Bir de uzlaşma gerek. Ben yaparım, benim dediğim olur, siz işinize bakın anlayışı çerçevesinde hazırlanıp kabul edilen bir anayasa, demokratik özelliğinden yoksun kalır. O yüzden AKP hükümeti uzlaşma aramalı ve bu uzlaşma cumhurbaşkanlığı seçimlerinde olduğundan daha olumlu ve daha yoğun bir şekilde yapılmalı.
* * *
Son söz: Anayasa hazırlanıp kabul edildikten sonra umarım gerçek bir anayasadan söz ederiz. Benim dediğim olacak anlayışı çerçevesinde hazırlanan yasa, ''anayasadan çok'', ''babayasa'' adını alır.
Tarih O Anı Unutmaz… (27.09.2007)
Seçim telaşları sırasında bir parti mitingi… Meydanları doldurmuş heyecanlı bir kalabalık. Ortada bir kürsü, kürsünün başında partinin genel başkanı ve ağzından dökülen birkaç sözcük: İp mi istiyorsun, al sana ip!..
* * *
Evet. O günden bahsediyoruz. Yani, Devlet Bahçeli’nin, MHP genel başkanının; ‘‘İp mi istiyorsun, al sana ip.’’ diyerek elinde tuttuğu idam ipini kalabalığın ortasına fırlattığı o günden. Önce Erdoğan başlattı düelloyu. ‘‘Zamanında ellerine fırsat geçti, niye asmadılar?’’ dedi. Devlet Bahçeli’nin yanıtı gecikmedi. Bir sonraki parti mitinginde az önce ifade ettiğimiz sözleri söyleyerek elinde tuttuğu ipi kalabalığın ortasına fırlattı. Kalabalıktan bir uğultu ve alkış sesleri yükseldi. Sonra ne mi oldu?
* * *
Sonrasını hepimiz biliyoruz. Seçimler yapıldı, sonuçlar açıklandı, AKP yine tek başına iktidara geldi. Ne kazananlar, ne de kaybedenler, bir daha bırakın bu kadar sert bir düelloyu, şu ana kadar tartışmaya bile girmedi.
* * *
İp düellosu önemli. Neden mi? Çünkü bu düello bir anlamda, seçim yarışının ne kadar önemli olduğundan çok, seçim uğruna nelerin bahis konusu edilebileceğini gösterdi bize. Bir insan hayatının dahi seçimlerde nasıl kullanıldığını anlattı. Demokratik Türkiye’de, demokrasiyi kendi adına kullanmak uğruna nelerden fedakarlık edileceğini de gösterdi. Bu yılki seçim yarışı bu anlamda öncekilerden biraz farklıydı. Ana partilerin neredeyse tamamı, yapacakları faaliyetlerden bahsetmek yerine, rakip partilerin açığını bulup halka anlatmayı tercih etti. Parti mitingleri adeta televizyon ekranlarındaki, Gelinim Olur musun?, Kaynanam Olur musun? programlarındaki tartışmalara benzedi. Kimse kimseye saygı göstermedi. Laf dalaşı aldı başını gitti. Sonunda bir parti başkanı sınırları aştı. Kürsüye çıktı, İdam ipini eline aldı, bir diğer elinde tuttuğu kağıtta yazılı olanları okudu ve öfkeli bir nutuk atarak ipi kalabalığın ortasına fırlattı. Kalabalıktan birkaç el, o ipi kapmak için birbirine girdi.
* * *
Olan oldu, o an tarih sayfasında üzücü bir an olarak yerini aldı. Bu seçim yarışının bize gösterdiği tek şey ise, halkın oyunu kime vereceğini, çok öncesinde kafasında tasarladığı ve ne yaparsanız yapın, birkaç yüzdelik oran dışında bu tasarıyı kolay kolay değiştiremeyeceğinizdi. Partilerin bir çoğu, bunu geç anladı….
Mançoloji…
Aslında onunla hiç karşı karşıya gelmedim. Bir merhaba demedim. Onunla konuşmadım. Ama onu iyi tanıyorum. Hep televizyonlarda izledim mağrur bakışlarını, tatlı gülümsemesini, çocuklara olan sevgisini, şirin, sevimli yüzünü,… İçten tavırlarına hayran kaldım bir çocukken ben de. Onu bir çocuk gibi, bir çocuğun sevebileceği gibi sevdim. Kim bu diye sormadım hiç. Çünkü onu iyi tanıyordum. Bir insan uzaktan gördüğü birini nasıl tanıyabiliyorsa, ben de öyle tanıyordum Barış Manço’yu.
Onu hayal meyal hatırlıyorum şimdi. Olsun diyorum, bu bile yeter benim için. Gönlümde yer etti ya bir kere… Sadece benim mi? Dünyanın dört bir tarafına gittiğinde, dünyanın dört bir yanı bağlandı ona. Gezmek, görmek, göstermekti onun işi. Gösteremediği yerde anlatmaktı şarkılarıyla. Şimdi hiç bıkmadan, usanmadan dinliyorum o şarkılarını, türkülerini. Küçükken bir çocuk gibi sevdiğim Manço’yu, şimdi bir sanatsever gibi, bir büyük gibi seviyorum. Bazen eski programlarını koyuyorlar. İzliyorum… Onunla birlikte yaşıyorum gezdiği yerleri. Her izlediğimde keşfedilmemişleri keşfediyorum. Bazen bir yaşlı amca, nine takılıyor kameraya. Hala hayatta mıdır diye soruyorum, merak ediyorum. Hayatta olmasını temenni ediyorum. Aklımdan geçirmeden de edemiyorum. Bir insan hiç tanımadığı birini nasıl sevebilir diye? Karşılıksız aşk mı derler, ne derler bilmiyorum; ama ne deniyorsa densin, insanın böyle sevebilme yeteneği de varmış. Bir Barış Manço’ya bile bağlanabiliyormuş insan yeri geldiğinde, sırf televizyonda izlediği, radyolarda, kasetçalarlarda dinlediği birini de sevebiliyormuş.
Televizyonda onun programlarına benzer programlar yapıyorlar şimdi. Hiçbiri uzun ömürlü olamıyor. Olamaz tabi. Kim bir Barış Manço gibi gittiği her yerde oradaki insanlar gibi olabilir? Kim bir köylüyle köylü, şehirliyle şehirli, çocukla çocuk, dedeyle dede, nineyle nine olabilir, kim anlatabilir Anadolumu onun gibi? Kim tanıtabilir?
Şimdi, ‘‘aman ayrılık’’ türküsünü dinliyorum onun ağzından bu yazıyı yazarken. Hani ‘‘Fikrimden geceler yatabilmirem / Bu fikri içimden atabilmirem…’’ diye başlayan türkü var ya, işte o. Hayatta olmadığı aklıma geliyor. Hüzünleniyorum. Onu yakından tanıyamamanın, ya da onu daha fazla görememenin, bir bu kadar daha şarkısını dinleyememenin üzüntüsünü yaşıyorum. Bazen şarkılarını ağzına hiç yakışmayanların söylediğini görüyorum televizyonda. Şarkının kısacık bir yerini uzatıyorlar da uzatıyorlar. O şarkı öyle değil ki diyorum, kızıyorum, kapatıveriyorum hemen. O şarkılar onunla güzel çünkü, onunla anlamlı. Onun hisleri var her şarkısında. Onun yorumu var.
Söylemeyin onun şarkılarını her yerde diyorum ben de. Bozmayın güzelliğini, anlamını. Uğraşmayın onun gibi söyleyebilmek için. Ona benzemeye çalışmayın. Çünkü hiç kimseye benzemiyor o. Benim gibi uzaktan sevin, yeter.
Ateşten Gömlek, Muhsin Ertuğrul
ve Halıcı Kız
Ateşten Gömlek… Halide Edip Adıvar’ın kaleme aldığı ve Türk Kurtuluş Savaşı yıllarını anlattığı bir roman. Ancak bu romanın edebiyatımız yanında sinemamızda da önemli bir yeri bulunuyor ve Türk sinema tarihinde ilkleri yaşatan roman olmanın haklı gururunu yaşıyor.
1909’da profesyonal olarak sahneye çıkan Muhsin Ertuğrul, 1921’de Darülbedayi’de yönetmen olarak çalışmaya başlıyor ve ülkemizin ilk özel film yapım şirketi olan Kemal Film’in yerli film yapımına başlaması için yardımcı oluyordu. 1923 yılı, Muhsin Ertuğrul’un Türk sinemasında tek adam olarak kurduğu egemenliğin başlangıcı sayılıyordu. Birbiri ardına üç film çekiyor, ilki 1923 yılında Halide Edip’in aynı isimli romanından sinemaya uyarladığı ve Kemal Film adına çektiği Ateşten Gömlek filmi oluyordu. Bu film, Türk Kurtuluş Savaşı’nı konu edinen ilk film olarak sinema tarihimizdeki yerini alırken, anıları henüz taze olan Kurtuluş Savaşı’nı hikâye eden film, izleyiciden de büyük ilgi görüyordu. Filmin bir diğer özelliği ise, Müslüman Türk kadın oyuncuların rol aldığı ilk film olmasıydı. Neyyire Neyir (Ertuğrul) ve Bedia Muvahhit, Ateşten Gömlek filminde üstlendikleri rollerle ‘‘ilk Müslüman Türk kadın sinema oyuncuları’’ olarak sinema tarihimizdeki yerlerini alıyorlardı.
Bu filme kadar kadın rollerini Rum ve Ermeni gibi azınlık oyuncular ya da Ekim Devrimi’nden sonra İstanbul’a gelen Beyaz Ruslar oynarken, Cumhuriyet’in ilanının Müslüman Türk kadın oyunculara da çalışma özgürlüğü tanıması sonucu, Bedia Muvahhit ve Neyyire Neyir ile yeni bir dönem açılıyor ve Atatürk’ün de desteğiyle Müslüman Türk kadın oyuncular da sinemamızda rol almaya başlıyordu.
Muhsin Ertuğrul’un, 1953 yılında çektiği ve büyük bir başarısızlıkla sonuçlanan “Halıcı Kız”, filmi ise, ülkemizin ilk renkli Türk filmi oluyordu. Muhsin Ertuğrul, Halıcı Kız ile önceki filmlerinden daha büyük bir başarısızlığa uğruyor ve daha ilk geceki gösteriminde seyircinin tepkiyle karşıladığı bu film, Muhsin Ertuğrul’un da sonunu oluşturuyordu. Aslında tümüyle renkli çekilen ilk Türk filmi, Ali Ipar’ın yönettiği ‘‘Salgın’’ olsa da, bazı nedenlerle Halıcı Kız’dan sonra gösterime giriyor ve bu ünvan Halıcı Kız’a veriliyordu.
Sinemamızda başarılı-başarısız pek çok ilke ve onlarca filme imzasını atan, Ateşten Gömlek filminde başrol oynayan Neyyire Neyir ile evlenen Muhsin Ertuğrul, 1979 yılında İzmir’de ölüyor ve ölümünden sonra İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatroları Harbiye Sahnesi, Muhsin Ertuğrul Tiyatrosu adını alıyordu.
Muhsin Ertuğrul, meliorizm diye adlandırılan, ’’daha düzenli, daha iyi ve daha güzel olana erişmeyi amaçlamış tiyatro anlayışını” benimseyerek çağdaş Batı Tiyatrosunu Türkiye’de kurumsallaştıran, 60 yıllık sanat yaşamı boyunca çağdaş tiyatro kültürünü tüm kurumlarıyla getiren ve uygulayan kişi olarak sinema tarihimizde yerini almıştır. |